Yalnızlar, veya orijinal adıyla Lıgırdadzı, yazar Zaven Biberyan'ın yazdığı; 1. baskısı, Mayıs 2000'de Aras yayıncılık tarafından basılan edebi romandır.

Alıntılar

değiştir

Birinci Kısım

değiştir
  • Ali'nin kaşları birdenbire çatıldı. “Bana bak bana! Bana Sivaslı Kara Ali derler! Ben senin kancık Erollarının on tanesini sıkar, suyunu içerim, anladın mı!

  • Gülgün’ün omuzları, Gülgün’ün göğsü, Gülgün’ün kalçaları… Gözünün önünde başka şey yoktu. Bu yıl bambaşkaydı haspa. Artık geçen yılki kız değildi. Onu hem arzuluyor, hem de ondan nefret ediyordu. Evet bambaşkaydı artık. Mübeccel Hanım gibi, öbür karılar gibiydi. Kendi hissettikleri de başkaydı bu yıl. Bu hissi oranın karılarını dikizlerken duyardı. Kinle karışık bir şehvet. Hem sahip olma, hem de tahrip etme arzusu. Şiddetli bir arzu. Semiz etlerini ısırmak, yemek, çamaşırcı kadınların anlata anlata bitiremedikleri o iç çamaşırlarını parçalamak, Gülgün’ün vücudunu da parça parça etmek. O da artık naylon bir vücuttu.

  • Hâlâ eski Gülgün’ü hatırlatan tek şey, kızın bacaklarının dizden aşağısıydı. Ayakları Ali’ye, atın eğerine fırlatıp köyüne götürmek, Mübeccel’in elinden, Erenköy’den, İstanbul’dan kurtarmak istediği zavallı küçük evlatlığı hatırlatıyordu.

  • Gülgün Seksapel’i yerine koydu, sigarayı kristal tablada ezdi, ayağa kalktı. Aklı puloverde, sutyendeydi. Aklı dışarıdaydı. Sokakta. Gündüz plajda, akşam asfaltta, gece sinemada. Kızların tuvaletinde. Vücut hatlarında. Oğlanların aç gözlerinde, dudaklarının ve burun kanatlarının titreyişinde. Duvarların, ağaçların dibinde. Bunların ötesinde, uzak bir hatıra gibi, Ali’nin çatlak dudaklarında. Salyasından tiksindiği dudaklarında.

  • Nankör! Nankör evlat! Seni Hintliyan Mektebi’ne gönderen ben değil miydim? Babana kalsaydı ucuzdur diye Getronagan’a koyacaktı seni. Sayemde gittin zengin çocuklarıyla adam gibi okudun.” Bunu hatırlayınca, oğlunun kendisine haksızlık ettiğine iyice inandı. Kızdı.

  • Gene tiksintiyle karışık bir kızgınlık duyuyordu anasına. Gene iğrenmekteydi onun kocaman göğüslerinden, devasa kalçalarından. Onunla münakaşa edip kızdı mı böyle olurdu. Kendi kendinden iğrendi mi böyle olurdu.

  • Yorulup durunca, tanınmaz hale gelmiş, paçavraya dönmüş yıkıntıyı seyredip endişeye kapılırdı. Bu yıkıntı, zafer sarhoşluğu yerine acı verirdi. Çünkü, bu mezar yolcusunun anası olduğunu hatırlatırdı. Ölüm fikri, eziyet etmeden duramayacağı bir insanın bu derece canını çıkardığı için peşinen vicdan azabı verirdi.

  • Yeranik’in gözleri gerçek yaşlarla dolmuştu. Derin bir keder içindeydi. Kuvvetlice sümkürdü. “Acı kader!” diye mırıldandı. “Hayat bilir misin neye benzer, Madam Yeranik? Rüyanda denizi görürsün, sana olmuş mudur hiç? Yüzmek istersin. Tam yüzeceğin anda kurur, kendini yerde yatmış bulursun. İstanbul’un karına da benzer. Şehri örter, sevinirsin. Kalkayım gezeyim, kartopu oynayayım dersin. Bir de bakarsın, erimeye başlamış, sokaklar çorbaya dönmüş. Çamura batarsın.

  • Madam Verjin hayallere dalmıştı. “Dünya büsbütün değişti.” diye mırıldandı. “Bilhassa şu iki üç senede. Para her taraftan akıyor. Herkes aklını parayla bozdu. Her şey unutuldu. Varsa yoksa yiyip içmek, oynayıp zıplamak. Demokratlar geldiğinden beri…” Yeranik sözünü kesti. “Ha! Doğrusu, Allah bunları eksik etmesin, neme lazım. Soluk aldık azıcık, kimsenin bize iliştiği yok.” Madam Verjin sustu, önüne baktı. Vakit kaybettiklerinin, düşüncelerinin farklı yönlerde geliştiğinin farkına varmıştı birden.

  • Yeranik şezlonga biraz daha gömüldü, gözlerini yumdu, hıçkırığın içinden yaprak dolmasının tadına ulaştı. Dev çınarın koyu gölgesi, tahtanın ve kumaşın bütün çukurlarına yerleşmiş gövdesine bir serinlik hissi veriyordu. Gerilmiş yüz hatları gevşedi, huzur buldu. Şu anda çocuksu bir yüzü vardı Yeranikin. Üç kat gerdanı, sarkık yanakları ve kırışmış göz altlarına rağmen... Buruşukluklara rağmen. Ruhu da yüzü gibi gevşemiş, sakinleşmişti.

  • Krikor dayanamadı. "Harcarken kıymeti yok elbette. Bir kazanayım de hele..." Pupul'un gözleri fal taşı gibi açıldı. "Ben kazanmasını da bilirim merak etme!" Yeranik "Attın!" dedi içinden. Hayatta iki kuruş kazanmış değillerdi, ne o, ne Pupul. Pupul'un farkı, hayatla karşı karşıya kalma ihtimalinden zerre korku duymamasıydı. Yeranik içini çekti. "Daima derim, Ermeniyle iş yapmamalı. Hele o Artin Usta. Her çağırdığımızda böyle yaptı."

  • Krikor sesini yükseltti. "Yarım lirayi beğenmedin değil mi? Biz o yarım lirayı kazanabilmek için..." Anasını da işin içine kattı: "Siz kadınlar ne anlarsınız zaten!"

  • Yeranik ağır bir edayla: "Unutma ki" dedi "Benim sülalem senin de sülalen." "İyi ya işte, ben de senin kadar tanırım sülalemi." "Beğenemedin mi sülaleni?" "E ne yani? Baban kimdir? Şimdi söyleteceksin beni! Saraylı der durursun. İzzet Paşanın aşçısı işte! Asili de neymiş? Uşak!"

  • "Ne bağıryorsun? Yavaş konuş." "Neden yavaş konuşacakmışım? Madam Verjin mi duyar? Duyarsa duysun. O asilmiş. Amira torunuymuş. Ne mecburiyetim var kıçımı yırtmaya? Ben ne amira torunuyum, ne de saraylı. Konyalı Mardik Ağa'nın kızıyım." İşaret parmağını ablasına yöneltti. "Sen de!" Yeranik "Aptal!" diye mırıldandı.

  • Bir tekme attı. Kedi, şaşkın ve kızgın, muazzam bir sıçrayışla binanın arkasında kayboldu. Pupul önce inanamadı. Krikor un "Pist"lerine alışkındı, ama kedileriyle, hele Tekirle futbol oynamaya cüret edeceğini düşünemezdi. Dehşetten tüyleri ürperdi."Ayağın kırılsın!" Yeranik isyan etti. "Beddua etme ayol!" Teyzesinin korkunç gözleri karşısında Krikor ezilip büzüldü. "Canım, bahçe kokuyor! Bahçeyi kirletiyor." Pupul un yüzü kıpkırmızıydı. "Burnuna mı sıçacaktı? Vay deli vay!"

  • "Kırk tane uşak bulurum. Paramla değil mi? Aç köpek çoook!" Seniha güldü. "Deli! Geçti o günler. iki yüze bile bulunmuyor. Bulunanı da barış antlaşması kadar şart koşuyor. Sen bol keseden atıyorsun." "Çekilmez oldu artık kahrı."

  • Herhangi bir kimse, hele bir erkek, kendisini süzmek için arkaya dönüp baktı mı, Gülgün hep aynı heyecan duyardı. Yabancıların bakışlarını üzerine çekmek için her şeye, hatta analığının gazabına bile razıydı.

  • Gülgün tekrar durdu. Ali gelmişti aklına. Bir saattir neden onu düşünmemiş de boş şeyler için böyle yürek tüketmişti? Ali var oldukça, kendisine aç kalmak yoktu bu dünyada.

  • Mübeccel biraz sakinleşmiş görünüyordu. İçini çekti. "Gününü buldun o ayılari davet etmenin. Bu keyifle misafir kabul etmek..." "Mübeccel, ayı olsun, maymun olsun, tahammül edeceksin o adamlara. Bunu başka zaman da konuştuk. Eğer bu hayatı devam ettirmek ve daha iyi bir hayat sürmek istiyorsan..."

  • Kendisini zapt etti, soğuk bir eda ile "Galiba unuttun beş sene evvelki halini." dedi. "Bırak şimdi bunları, bunlar boş laf kızım! Mısta Bey'e ihtiyacım var. Başka zaman da söyledim sana. O herifin her işi yapmaya muktedir adamları var Ankara'da." Mübeccel acı acı güldü. "Düşün, ne günlere geldik!"

  • Bir utanma hissi bütün benliğini sardı. Gittikçe küçülüyor, küçülüyor, insanlardan, bütün canlı yaratıklardan uzaklara kaçmak istiyordu. Uzaklaşmak, yalnızlığın ıstırabını çekmek, mutlak bir yalnızlığa gömülmek...

  • Şu dünkü hödük bile, Ali, kasap parçası, piyasa yapıyordu. Karıların arkasından dönüp bakıyor, laf atıyor, yanındaki hemşerisine bir şeyler söylüyordu. Şu dağ ayısı! Uşak bile olamayacak odun parçası!

  • İçini çekti. "Şimdi iş icabı müsü diyoruz, temennah ediyoruz. Para, para hep bunlarda." Hemşerisi henüz çok yeniydi istanbul'da. Bir an düşündü. Çekingen bir tavırla: "Hökümat neye koyverir?" dedi. "Her şeyin vakti var azizim. Hökümat bizden eyi bilir. Hökümatın, devletin işine akıl ermez." "Tabii, tabii."

  • Ali de elbette vaktiyle bir şey bilmezdi, memleketteyken. Ama şimdi, uzun yıllardır istanbul'da yaşıyor, gazete okuyordu. Gâvurları tanımıştı. Elbette ki o kendisinden fazla bilirdi. Yalnız, gene de aklının ermediği bir nokta vardı. Madem İstiklal Harbinde gâvurlar -Moskof, Yunan, ingiliz- memleketten kovulmuşlardı, bunlar kimdi peki? Niçin hâlâ buradaydılar? Niye kovulmuyordu düşman?

  • Kendisi hep karanlık sokak köşelerinde, arsa aralarında yakalamıştı Gülgün'ü. Bu sene o da olmuyordu. Öyle nefret ediyordu ki ondan! Elleriyle boğabilirdi vallahi. Oysa daha on dakika evvel ona karşı sınırsız hisler besliyordu. Fakat o asla anlamayacaktı.

İkinci Kısım

değiştir
  • Krikor'u çileden çıkarmanın en kolay yolu, onu zayıf bünyeli olmakla itham etmekti. Buna rağmen Krikor bu defa bir açiklama yapmayı tercih etti. "Sıcaktandır. Bu derece sıcaktan nezle our insan. Terlersin..." Sonra başka bir izah geldi aklına. "Havada var nezle. Böyle sıcak havada mikroplar ürer..." Yeranik alay etti. "Mikroplar yalnız senin için ürer! Mıymıntı bir insan azıcık dikkat eder kendisine."

  • "iş mühim, oğlum!" Garo gülüyordu. Neşeliydi. Hilda sabit, buz gibi bakışını ağabeyine dikti. "Düşün, senin için ne büyük fedakârlk yaptı Garo. Kınalı-Burgaz maçı vardı bugün." Cina haykırdı. "Lefter, Turgay da gelecekler."

  • "Akşama sinemaya gidcekmiş. Sen de sinemaya gidcen mi?" Gülgün, elleri sabunlu suda, bir an durakladı. Hayır, asla istediği zaman sinemaya gidememişti. Ne yalnız, ne de birileriyle. Ancak evdekiler kendisine "Sen de yürü." derlerse, onlarla birlikte, onların kuyruğuna taklıp gidebilirdi sinemaya. Daima onlardan farklı, kötü kılıkta. Küçüğe cevap vermedi, ama içine bir hüzün çökmeye başladı.

  • (Erol) Osman Bey'in oğlu.. hizmetçiyle! Kızların kulağına bir gitse... Ne olurdu kendisi, şöhreti bütün köyde? Gülgün'ün hemen o gün ölüp bu müthiş sırrı mezara götürmesini diledi.

  • (Gülgün) Gene hıçkırıklar yükseliyordu boğazından. Kendisini zapt etmeye gayret etmedi. Yatağın kenarına oturdu, Elisabeth Taylor'un gözüne, burnuna, saçlarına baka baka serbestçe, kana kana ağladı.

  • Garo için Krikor'un en ilginç tarafi onun kişisel hayatıydı. Bir muamma... Başkaları 'hanımabla' derlerdi ona. Ama bu her şeyi açıklamaya yetmezdi. "Ne yapar bu adam?" Bu yaşında, on altı yaşındaki çocukların yaptıklarını yapmazdı ya!

  • Garo şezlonga yayılmış yağ tulumuna bakarak, "Saglığında karıya para yedirir mi bu?" diye düşündü. "Ama nasıl yaşamış bu adam, nasıl?"

  • Biraz önce Hilda’ya duyduğu tahrip etme arzusu bu defa Krikor’a yöneldi. Krikor’un dazlak kafası ayna gibi parlıyordu. Garo etrafına bakındı, kendisi için iyilik düşünmeyen, aksine, başına bir şey gelse sevinecek insanlar gördü. Karısı bile… Şapkasını, çantasını, eldivenlerini kucaklamış, düşmanca nazarlarla kendisini süzen öz evladı bile…

  • Garo duymazdan geldi, yine Krikor’a çullandı. “Zenginleş oğlum, zenginleş, madem o kadar heveslisin.” Krikor anasına bir göz attı, geriledi. “Biz zengin olamıyoruz. El âlem kazanıyor, biz bu kadar… Şans yok.

  • Ağustosböceklerinin sağır edici yaygarası içinde köy adeta bomboştu. Ölü saatti. Şehir halkını denize taşıyan tramvayların madeni gürültüsü, trenlerin düdüğü, imbat yüzünden ancak duyulabiliyordu. Sadece bir pikap arka sokaklardan dans müziği yayıyordu. Ve Arnavut dondurmacının nağmeli sesi: “Vişneliii kaymakli!

  • (Bayram) Acaba gelmemden memnun olmadı mı, zahmet mi veriyorum?” diye düşünüyordu. Sivas’tan hareketinden önce, Ali’nin amcası gururla “Bir şeye ihtiyacın olursa Ali’ye git, İstanbul’un kurdu o, İstanbullu oldu artık.” demişti. Başkaları da “Ali çok zengindir.” demişlerdi.

  • (Bayram) Bazen çılgınca hayallere kapılırdı, acaba köye avdetinde orada bıraktığı karısı da mı bunlara benzeyecekti? Böyle semiz, terütaze, bıldırcın gibi, fıstık gibi, fındık kurdu gibi. Yoksa, gene eski Anşa’yı, rengi atmış çaputlara sarılı, ter, toprak ve tezek kokan Anşa’yı mı bulacaktı? Ama o pörsümüş karının, ayaları ve tabanları nasırdan odunlaşmış avradın, kendisini köy yolunun tozlarında karşılaması yeğdi. Çünkü İstanbul’un karıları hakkında söylenenlerin doğru olduğunu görmüştü. Yüz göz açık, memeler meydanda, bacaklar çırılçıplak. Bunların tümü orospuydu şüphesiz.

  • Ali kalan votkayı da içti, kadehi yere bırakıverdi. Masaya kadar uzanırsa durum bozulur diye korktu. Gülgün gözlerini açamıyordu. “Beni seviyor musun?” “Elbette.” “Beni alır mısın?” “Elbette.” “Her istediğimi yapar mısın?” “Yaparım.” Mutlu bir tebessüm yayılıyordu Gülgün’ün dudaklarında.

  • Yüzünden iki parmak uzakta Ali’nin kızarmış gözleri dönüyordu. Her tarafından ter fışkırıyor, terle birlikte ağır bir koku yayılıyordu. Gülgün önce hayretle, sonra nefretle ve kızgınlıkla baktı, baktı, baktı. Geri çekildi. “Bırak beni!” dedi.

  • Gülgün’ün gülüşü hafifti, fakat Ali’yi müthiş yaraladı. Parmaklarıyla kızın koluna kerpeten gibi kapandı. Gülgün çok acıtan bu mengeneden kurtulamadı. Acının tesiriyle nefreti arttı. “Defol!” “Ne yaptım ben sana?” Hakaret aradı, hazmedilmesi imkânsız bir şekilde yüzünü ekşitti. “Püüüf! Et kokuyorsun!” Ali bu hakaret karşısında bir an kendini kaybetti. Gülgün darbenin hedefe ulaştığını, Ali’nin kalkıp boynu bükük gideceğini sandı. Fakat Ali acıyla bağıran Gülgün’ün omuzlarını hoyratça avuçlarının içine aldı, kızı kanepeye yıktı. Hayalleri yok olmuştu; karşısında her zamanki Gülgün vardı. Kendisi de her zamanki Ali oldu.

  • Kokumu beğendin mi? Erol daha mı tatlı kokar, orospunun kızı!” Kan çanağı gözleri fal taşı gibi açıktı. Gülgün bitap bir halde hıçkırdı. “İğreniyorum kokundan. Sen Erol’un ayağının tırnağı bile…” Kuru bir ‘çıt’ duyuldu. Gülgün devam edemedi. Nefesi kesiliyordu. Havayı içine çekmek istedi, ciğerleri şişmedi. Kaburgaları derin bir acı ile hareketsiz kalmıştı. Gözleri kararıyordu. Tren düdüğü kulaklarını sağır ediyordu. Midesi bulandı. Dikilmek için ani bir hareket denedi ve karanlıklar içinde yıkıldı.