Yunus Emre (dizi)

Anadolu'da Moğol istilaları baş gösterirken Yunus’un Nallıhan'a kadı olarak atanmasını ve Tapduk Emre Dergâhına katılarak dervişlik yolunda ilerlemeye başlamasını konu alan, baş rollerini Gökhan Atalay, Payidar Tüfekçioğlu, Baran Akbulut' un paylaştığı 2015 yapımı televizyon dizisidir.

Bu maddenin biçim olarak Vikisöz standartlarına ulaşması için elden geçirilmesi gerekmektedir.

Düzenleme yapıldıktan sonra bu açıklama silinmelidir.


Replikler

değiştir

Taptuk Emre

değiştir
  • Şu âlemde her ne var ise Hakk’tandır. Hakk’tan gayri de bir şey yoktur. Şu taş, şu ağaçlar, kuşlar, her şey bir sûrete bürünmüş, insan da insan sûretine. Şimdi başın ağrısa aklın o acıyı bilmez mi? Öyleyse insan da bu âlemden bir parçadır. İşte aynı çiçeğin tozlarıyız. O sebepledir ki yağmur yağmadan dizlerimi sızlatır. Bu keramet değil de nedir?
  • Yol bu, yola çıkıp varmayan, yoldan çıkıp varan yoktur. Yolu sorar isen, yol tektir. O da Hakk’a doğrudur. İşte, o sebepten tek bir yaratılmış yoktur ki, Hakk yolunda olmaya.
  • Sultan İbrahim bin Ethem Hazretleri, Hakk yoluna düşüp tacını, tahtını terk eylemeden evvel, tahtında oturup, gece gündüz düşünür idi. “Ya Rabbî! Şu gönlümün, kalbimin gözünü aç!” diye yakarıp durur, ama bîçare görmezdi. Bir gün tahtında uykuya daldı. Gözü uykuda içi uyanık idi. Tavandan gelen ayak sesleri duydu. Sonra onlarca kişinin ayaklarından çıkan sesler doldurdu sarayın has odasını. Sultan İbrahim bin Ethem şaşırdı kaldı. Muhafızlarına seslenmeye dahi takat bulamadı kendinde. “Bu sesler de neyin nesi? Kim bu sarayımın çatısında koşturanlar?” derken pencereden aşağı sarkan bir adam gördü. “Kimsin sen?” dedi. Adam da cevap verdi, “Biz falanca köyün ahalisiyiz.” “İyi öyleyse de, sarayımın çatısında ne ararsınız?” Pencereden sarkan adam cevap verdi, “Kaybolan ineklerimizi ararız.” İbrahim bin Ethem şaşırdı, “Dîvâne misiniz siz? Tavanda inek mi aranır?” “Sensin dîvâne!” diye cevap verdi adam. Sen altın tahtında Hakk’ı ararsın âkil olursun da, biz senin çatında kaybolan ineklerimizi arayınca mı deli dîvâne oluruz? Tâlip olana pek güzel bir hikâye, tâlip olana pek hikmetli bir söz.
  • Hz. Musa aleyhisselam bir gün ellerini göğe açıp, “Rabbim, bana bir yoldaş ver!” dedi. Akşam olunca yemeğini yiyecekken bir de baktı ki evde tek damla su yok. Kapı vuruldu, açtı, bir derviş geldi, bir akçe istedi. Hz. Musa, onun eline bakraçları verip, “Git, çeşmeden su doldur, getir!” dedi. Derviş de bakraçları doldurup getirdi çeşmeden. Ona bir akçe verip gönderdi Hz. Musa. Sonra ellerini göğe açıp, “Rabbim, bana bir yoldaş ver!” dedi. Hızır yanına oturuverdi. “Seninle nasıl yoldaş olacağız ey Musa? Geldik, gördük ki, sen bir iş gördürmeden yolda kalan aciz bir dervişe bile tek bir akçe vermezsin. Kendine bir yoldaş arar isen artık sen, benim arzularıma uyacaksın.” Arkadaşı Yuşa aleyhisselam, Hz Musa’ya dedi ki, “Hızır’ın ne türlü incelikler bildiğini bilirim. Bu yüzden gücüm yetmez ona yoldaşlık etmeye.” O vakit, Ne gelirse başa, yoldaştan değil, yoldandır.
  • Adalet değişmez, Kadı Efendi! Adalet bir kutup yıldızıdır. Her şey etrafında dönerken, o yerinde sabit durur.
  • Benim şahitliğim, şer’an geçerli değildir. Bir körün şahitliği makbul değildir. Az, çoğun delilidir. Şimdi içeride iki çuval şeker olsa ve sen bana iki tane şeker versen, biz o iki şekere bakarak, o çok şekerin varlığına iman etmez miyiz? Benim gözlerim. Ben kör müyüm büsbütün? Ama körlük var mıdır gözlerimde? Vardır. Pek az görürüm. Ya görür müyüm? Görürüm. Peki, açık mıdır gözlerim büsbütün? Değildir. Azdır ama görürüm. Hem görürüm hem görmez bir körüm. Şimdi, tut içindeki şüpheni, 10 pareye ayır. 9 paresi suçlu, 1 paresi masum der ise, o kişi masumdur. Ama 9 paresi masum, 1 paresi suçlu der ise, o kişi suçludur.
  • Hz. İbrahim aleyhisselam, “Allah’ım! Ölüleri nasıl dirilttiğini göster bana!” dedi. Rabbimiz de, “Yoksa inanmadın mı?” buyurdu. Hz İbrahim de, “Gözümle görüyüm, gönlüm de tam yatışsın.” dedi. Bunun üzerine Rabbimiz ona, 4 kuş almasını ve o kuşları kendine alıştırmasını istedi. Pir Mevlana Hazretleri der ki, “Bu 4 kuş: kaz, tavus, horoz ve kargadır.” Hz. İbrahim kendine buyrulduğu gibi, o 4 kuşu kendine alıştırdı. Sonra da Rabbimiz, “Gövdelerini kes ve her dağın üstüne bırak.” dedi. İbn-i İshak’ın naklettiğine göre, daha da hayret verici olması için, kuşların parçalarını birbirine karıştırdı Hz. İbrahim. O karışımları 4 ayrı dağın tepesine koydu. Kuşların başlarını eline aldı. Dağları gören bir yere geçti. “Allah’ın izniyle gelin!” diyerek parçalanmış kuşları çağırdı. Bu parçalar, kanlar, tüyler, her birisi kendi bedenine doğru uçuştu. Sonunda önceki hali gibi bir araya geldiler. Bir tek başları yoktu. Hz. İbrahim, bir daha seslenince ayakları üzerine koşarak ona geldiler. Başlarını giyindiler. Şimdi, nedir bu kıssadan hisse? Öyle ya hissesiz kıssa olmaz. Hz. İbrahim, inanmaz mıydı ki, “Allah’ım, bana dirilmeyi göster!” dedi. Ne der o vakit ayette, “İbrahim, inandığı halde görmek de istedi. Kalbi tam tatmin olsun istedi.” Demek ki akledin demekte ayet. Araştırın, işi bilin, işin doğrusu için kafa yorun, mücadele edin. İnanmayan için mücadele olur mu? İbrahim de, inandığı halde, “Bana göster Rabbim!” dedi. Akledin, soruşturun, der o halde kıssa. İyi de bu kuşlar ne ola o vakit? Kaz, hırstır. Hırs insanı kör eder. Bir insan kör ise Allah’ın rahmetini üzerine çeker. Ama kör olmadığı halde hırsından kör etmişse kendini, o rahmet ondan uzak olur. Bu kaz toprakta suda ayırt etmeden ne bulursa yer. Yiyemediğini de bir yere gömer. Kazın bu hırsının sebebi de sahibine güvenmemesidir.
  • Çok eski zamanlarda iflas etmiş bir tüccar olan, hırsız, dolandırıcı bir adam yakalanır. Kadı da onu hapseder. Ama bu hırsız huyundan vazgeçmez. İçeride de herkesi bin bir numarayla dolandırır. Ceplerindeki her kuruşu alır. Öteki mahkûmlar, düşünürler, taşınırlar, kadıya varırlar. Kadı ötekileri kurtarmak için hırsızı salıvermeye karar verir. Hırsız, sevineceğine itiraz eder, “Aman, Kadı Hazretleri! Bu zindan benim cennetim. Ekmek kapım. Beni buradan atarsanız, ben nasıl yaşarım?” der. Kadı bunu salıvermekle kalmadı, bunu herkes duysun diye 10 dilde çığırtmaç tuttu. O devirde adet olduğu üzere adamı bir deveye bindirip şehirde dolaştırdılar gün boyu. Deveci şimdiden alacağı saman parasının hayalini kurmaya başlamıştı. Çığırtmaçlar da 10 ayrı dilde, adamın müflis bir tüccar, dolandırıcı ve hırsız olduğunu dile getirdi. Deveci ise bir an evvel akşam olsa da saman parasını alıp gitsem diye düşünürdü. Akşam olunca, deveci, “Yeter artık! Benim saman paramı ver!” diye çıkışınca, adam, “Bre gafil! 10 dilde ilan ederler. Ben müflis bir adamım. Ne samanı, ne parası? Herkesin duyduğunu duymaz mısın?” Elbette bu kıssadan da bir hisse çıksa gerektir. Bu dünya, herkesi çulsuz gönderen bir haydut, bir müflistir. O, 10 dilde halka durumu çığıran çığırtmaçlar Peygamberlerdir. Hırs sahibi insanlar da, saman hırsıyla duyduğunu duymaz, gördüğünü anlamaz o deveci gibidir. Deveci gibi hırsla kalbi kararmış olanlar, o ilâhî elçileri duymazlar. Müflis bir hayduttan başka bir şey olmayan bu dünyaya, makamlarına, mevkilerine, servetlerine kendilerini kaptırırlar. Bu tip insanlar bir hataya düştüklerinde, onu telafi edeceğim derken, kendilerini daha büyük zararlara uğratırlar.
  • Ne Kadı istedi diye ölür ne Tapduk istedi diye olur. Olduran da öldüren de O’dur. İnsanın başına bela olan kendi benliğidir. İster Kadı ol ister Kadıya kul ol. İnsan hiçbir zaman benlik iddiasında bulunmamalıdır. Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri’ne gavsiyet tevcih olunduğunda tüm veliler boyun eğdiler. Rifaî Hazretleri de dâhil. Bir tek Sa’nan şeyhi boyun eğmedi. Benliğinin peşine düştü. Bunun üzerine San’an şeyhi, “Senin üzerine domuz yavrusu binsin. Sen de öyle eğil.” hitabına muhatap olmuştu. Aradan seneler geçti. Zaman içinde şeyh bir papazın kızına âşık olmuştu. Papaz, şeyhe, domuzlarına çobanlık yapmayı kabul ederse kızıyla evlenebileceğini söyledi. San’an şeyhi bu teklifi kabul etti. Öylece evlendiler. Daha sonra, şeyhin domuz çobanlığı yaparken, yavru domuzları boynuna alıp gezdiği ve onların ağırlığıyla da eğildiği görülür. İşte benliğin sonu, işte kibirden düşülen hal. Bu nedenle biz hiçbir zaman oldum demeyip, öldüm demeyi tavsiye eder ve kendimiz de bunu uygularız.
  • İnsan bu! Arı değil ya! Bal kovanında ölmek nasip olsun her isteyene.
  • Ölüm bir son değil, ölüm bir göçtür. Düşün ki kurak, çorak bir tarladır bu dünya. Ama öyle bir yere gidersin ki topraktan bin bir meyve, çiçek fışkırır. Arılar, kuşlar uçuşur. En kötü ses, bülbül sesi olsun. Dereler çağıldasın, şelaleler coşkuyla aksın. Şimdi sen bunlara öldü mü dersin? Meğerki o Cennet bağına göçenler, bu çorak tarlada yaşayanlara üzülmesin. Ki bu Cennet bağları dâhi, O’nun güzelliğinin, O’nun cemalinin yanında çorak bir toprak. Var gerisini hayal et. Hayale sığar ise.
  • Tevazu gösteririm, demek kibrinden Rabbime sığınırım. Biz kullar içinden edna bir kuluz. Kim karşına geçip ben şeyhim, diye durursa; bil ki o, Hakk’ın sözüyle senin arana girmiş bir baykuştur. O uğursuz sesiyle, Hakk’ın sesinin işitilmesine engel olmaya çalışır. Nerede ve ne zaman görürsen uzaklaş o uğursuzdan.
  • Aşk ile yürüyen, sırtında dünyayı taşır. Aşksız yürüyen, beden diye bir ceset taşır.
  • Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, âlem-i cemale göçünün yaklaştığını hissettiği günlerden birinde mescide gelir. Ashabıyla helalleşme niyetindedir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber pek hasta ve yorgun idi. Öyle ki ayakta dahi bir sahabenin yardımıyla dururdu. Ashabına seslendi, “Ey Ashabım! Ben de hakkı olan söylesin.” Kimseden ses çıkmadı. İkinci kez yine seslendi, “Ben de hakkı olan varsa istesin.” Yine ses çıkmadı. Bunun üzerine yine sordu Allah’ın elçisi. Bu defa en arkalardan bir sahabe ayağa kalktı. Bu ayağa kalkan sahabenin adı da Ukkaşe idi. Hz. Ukkaşe.  Kalkıverdi ve, “Ya Rasülallah! Hudeybiye Vakası’nda siz devenize binmek istemiştiniz. Ben de size elimi uzatmıştım. Siz devenize bindiniz ve devenize kırbaçla vurmak istediniz. Tam o sırada kırbaç benim sırtıma değdi. Şimdi bu kul hakkı değil midir?” Allah Rasülü, “Evet.” dedi. “Evet, ya Ukkaşe, bu kul hakkıdır.” Bunun üzerine, Ömer Efendimiz daha fazla tahammül gösteremedi ve bir hışımla fırlayıverdi ayağa. Efendimiz, “Sen karışma ey Ömer! O benim hesabımdır.” Sonra Hz. Ebubekir ayağa kalktı ve, “Ey Ukkaşe, ne kadar mal mülk istersen vereyim. Vazgeç bu delilikten.” dedi. Allah rasülü, “Ey Ebubekir! Bu benim hesabım, karışmayın.” dedi. Sahabeler kendilerini zor tutmaktaydılar. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye, “O kırbaç, kızım Fatıma’dadır. Var git, getir.” dedi. Hz. Ali durumu anlatınca Fatıma anamız çok üzüldü. “Bilmez misiniz ki, O hastadır. Yerine geçecek yok mudur aranızda?” dedi. Ve daha birer çocuk olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i gönderdi. Efendimiz’in gözbebekleri Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin mescide girdiler. “Ey Ukkaşe! Dedemize vurma, gel bize vur. Gel hakkını bizden iste.” dediler. Sahabe pek duygulandı. Efendimiz, “Ben, size kıyamam. Bu benim hesabım.” dedi. Kırbaç gelmişti ama Ashab-ı Kirâm’ın öfkesi daha da artmıştı. Efendimiz, “Kırbacı Ukkaşe’ye verin.” buyurdu. Bu kez de, “Ey Allah’ın Rasülü! Bir şey daha var.” dedi Ukkaşe. “Siz kırbacı vururken benim sırtım çıplaktı. Bundan da hak geçer mi?” diye sordu. O der demez, sahabe ayaklandı. Efendimiz ortalığı yatıştırdı. “Ukkaşe haklıdır.” dedi. Efendimiz, minberden aşağı indi ve gömleğini açtı. Efendimiz gömleğini açmış ve Hz. Ukkaşe’nin kırbacı vurmasını beklerdi. Hz. Ukkaşe, kırbacı havaya kaldırdı ve Efendimiz’in iki kürek kemiğinin ortasındaki mührü öpüverdi. Gözyaşları içerisinde, “Hakkım sana helal olsun, ya Rasülallah! Anam babam sana feda olsun!” dedi. İşte, bizim Peygamberimiz, Rehberimiz böyleydi dervişler. Adalet, herkes için vardır. Ben peygamberim, demek yok. Al sopayı eline, vur ne alacağın varsa. Vur, hak yerini bula. Vur, adalet ola. Eğer, bir yerde adalet yıkılırsa, orada nizam da bozulur, ahlak da bozulur.
  • Aynalı aynadır. Ayna aynalıdır. Ne gördülerse o, karşılarında ne varsa o.  Ne buyurur Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, “Mü’min, mü’minin aynasıdır.” O vakit, hepimize birer aynalı lazımdır. Ne yapar ayna? Sen ona nasıl davranırsan davran, o hep hakikati gösterir. Eğriye doğru, doğruya eğri demez. Kusur var ise, var kusuru kendinde ara. Sen aynaya hükmedemezsin. O, sana hiç hükmetmez. 200 sene önünde secde etsen, ayna hiç senden yana olmaz. O, yine gördüğünü gösterir. Tam tersi olsa, ona istediğini yaptırmak için işkence etsen, ona düzen versen olmaz. O, yine aynalığını yapar. “Mü’min, mü’minin aynasıdır.” demiş ya Peygamber Efendimiz, Emirü’l Mü’minîn olan kendisi dahi kendine ayna arar o vakit. Hâşâ, kusur mu vardır o mübarek Efendimiz’de? Hz. Musa da onu der, Hz. İsa da onu der. Hakk’tan gelen bütün sözler aslında insana bir tek şeyi öğütler. Kendine bir ayna bul, aynada bir kusur görür isen aynayı kırma. Kusuru kendinde bil. Aynanın ne günahı vardır bre gafil?
  • Dergâhımıza ölüler değil, diriler gelir, Yunus. Kimi olmaya kimi ölmeye gelir. Olmak için de ölmek için de diri olmak gerekir.
  • Mademki nasip istersin bizden, öyleyse hizmet et, nasibini al. Hizmeti bize değil; zerreden küreye, insandan karıncaya, cümle varlığa edesin. Unutmayasın! Cümle varlık O’nun nurudur. Damla, deryanın ispatı olduğu gibi, bütün yaratılmışlar da O’nun ispatı, O’nun nurudur. Öyleyse dilindeki Kelime-i Tevhid’i hayatında ispat edesin. Ne demek bu? Gönlünden Lâilaheillallah diyen Sen’den başka varlık yok diyen, yere basarken dahi o şuurla basacak o vakit. Bu bir hissetme meselesidir. Bastığın yerlerde ne canlar, ne âlemler vardır. Onlara dahi hizmet. Var git şimdi hücrene, dilinden Kelime-i Tevhid zikrini düşürme.
  • Sulhta hayır vardır. Barıştırmak farzdır. Dinimizin adı dahi barıştır.
  • El işler, gönül eyler. Gönlü yatkın olanın tutamayacağı iş yoktur. Yeter ki gönülden yapsın işi.
  • Mürid, irade kökünden, iradesini Hakk’a teslim eden, kendini hiçe sayan, bir Yaradan’ı tanıyan, O’nu bilen kişi demektir. O vakit cümle varlık müriddir. O vakit kaldır postu aradan, çıksın ortaya Yaradan. Mürid, teslim olan kişidir. Ama bu teslimiyet gönülden. Dinimiz İslam da teslim olmak değil midir? Rabb’in manası nedir? Terbiye edici. Öyleyse mürid, tam gönül kabulü ile teslim olacak. Eee, Ali olmak kolay mıdır öyle? Neden cümle tarikatın silsilesi varır, ona dayanır sanırsınız? Çünkü o, âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Efendimiz’in öz ve öz mürididir de ondan. Teslimiyet denen şey, Hz. Pir’in Efendimiz’e takındığı haldir. Terbiye de odur. Tarih kitaplarında yazdığı gibi, onun kahramanlığı savaş meydanlarında düşmana karşı yaptığı cenkten değil, onun asıl kahramanlığı Hakk meydanında nefsiyle yaptığı cenktendir.
  • Tarla demez ki üstümdeki elmadır, dikendir. Hakikat gibi işte. Suyu verirsin tarlaya, o suyla diken de büyür elma da. Su ayırmaz, suda öyle bir bereket var ki, diken de nasiplenir, gül de. Hakikat de böyle bir sudur işte. Onun bağrında gül de büyür, diken de. Öyle bir gıdadır ki herkes, her şey nasibini bulur onda. Ben size Vahşi’nin hikâyesini anlatıverdim mi? Hani Uhud’ta Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi. Hz. Hamza insan nevinin en hayırlısıydı. Uhud Savaşı’nda küffar kimse ondan korktuğu kadar korkmazdı. 8 düşmanı yerle yeksan etti. Ötekilerin üzerine hücum etti bu kez. Vahşi de bir kayanın ardına mevzilenmiş, mızrağıyla ona nişan alırdı. Ebu Süfyan’ın karısı Hint, ona bu görevi vermişti. Yalnız Hz. Hamza’yı takip ederdi cenk meydanında. Hz. Hamza aslan gibi kükrerken kafirin üzerine, Vahşi mızrağını fırlattı ve onu vurdu. Allah’ın aslanı, mü’minlerin en cesuru Hamza, oracıkta, cenk meydanında şehit oldu. Oysa Peygamberimiz’i çok iyi tanırdı o Vahşi. Aynı yerde yaşarlar, O’nu sürekli görürdü. İşte Hamza gibi gülü yetiştirip büyüten su, Vahşi gibi bir dikeni de büyütürdü. Su ayırmazdı, dikeni mi büyütür, gülü mü büyütür. Öyle ki dikeni büyütürken gülü soldurur. Diken güle dönmez mi? Nasıl ki demir suyu yer, çelik olur, suyu yedikçe diken de güle döner elbet. Olduran olduruverir işte. Olduruverir ama nasıl? Tevbe. Ne demek tevbe? Dikeni gül etmek demek. O, Hz. Vahşi var ya, onu da anlatıvereyim size. Hicretin üzerinden 8 sene geçti. Mekke fethedildiği gün, Vahşi Mekke’den kaçtı, Medine’ye geldi. Mescitte Peygamber Efendimiz’i buldu, huzuruna vardı, “Ben, Müslüman olmak isterim, ey Allah Rasülü!” dedi. Fakat bir ayet-i kerîmede, “Mü’min olanlar o kimselerdir ki, zina etmezler, içki içmezler, Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler. Kim bunları yapar ise, cezasını bulur.” Ahval bu iken ben hem zina ettim, hem içki içtim, hem de haksız yere cana kıydım. Hem de senin çok sevdiğin amcanın canına. Şimdi benim Müslüman olmamın bir yolu yok mudur? Peygamber Efendimiz, karşısında ümitsizce titreyen Vahşi’ye döndü ve ona bir ayetle cevap verdi, “Ancak tevbe edenler ve Salih amel işleyenler hariç.” İşte aynı suyla büyüyen diken, güle dönüverdi. Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi, oluverdi Hz. Vahşi. Aradan bir vakit geçtikten sonra, ulu komutan Halid bin Velid, Efendimiz’e isyan edip Peygamberliğini ilan eden yalancı peygamber Müseylemetü’l Kezzab’ın üzerine cenge çıktı. Ordusunda Hz. Vahşi de vardı. Ve Hamza Efendimiz’i şehit ettiği o mızrağıyla, bu kez yalancı peygamber Müseylemetü’l Kezzab’ı öldürdü. Daha da hayret verici olan dikenin başı yalancı peygamber Müseylemetü’l Kezzab bir vakitler Peygamberimiz’e iman etmiş, o dikeni gül eden suyla beslenmiş bir mü’min idi.
  • "Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet !" Hıyanetten daha zalim merhamet? Kim demiş, kim duymuş, nerede demiş? Odon demiş. Kimdir bu Odon? Bir papaz efendi. Papaz da dese hakikat hakikattir; papazın diline düştü diye batıl olacak değil ya hakikat! Bu papaz Odon; Antalya derler. Merhum sultan Birinci Gıyasettin fetheyledi. Kafir birlendi, gene akın eyledi Haçlı ordusu Anadolu'ya. İkinci seferiydi bu. Kafilenin bir kısmı buralara dahi gelmiştir. Bu yana gelenleri gaziyan telef edince sonraki kafile Toroslar’ı aşıp inip varıp gitmek istedi. Haçlı ordusu; varsayın ki bir şehir.! Topyekün kalkar hareket eder sonra durur o koca şehir, Konaklar. Eee bu kadar adama ekmek lazımdır, aş lazımdır. Ne yapacak kafir? Çöreklenecek ahalinin üzerine. Velhasıl bu Haçlı ordusu Elmalı’ya yerleşen de o kadar talan ederler ki en son birlikte olmayı umdukları Rum ahali dahi bunlara isyan eder. Türkmenlerle bir olur. Zulme isyan eden, mazlumun yanında gerektir. İş o hale geldi ki Rumlar bu Haçlılar ile savaşır oldular. Haçlı küffarı şaşkına dönmüş idi. Hain derlerdi o Rum Ahaliye. Türkün kılıcından ziyade Rum'un kendilerine hıyanetinden çeker olmuş idi. Derken teslim oldu Haçlı ordusu Elmalı’da. Bitkin, sersefil, aciz duruma düşüp aman dileyen bu Haçlı askerlerine sahip çıktı Elmalı’daki ahali. Öyle ya aman dileyen iblis olsa vurmak yakışık kalmaz.! Onlar da öyle yaptılar, merhamet gösterdiler. Rivayet ederler ki 3 bin tanesi elmalı civarına yerleşip Müslüman olmuştur. İşte neticeyi gören bu papaz efendi çaresiz haykırır Müslüman olan haçlıları duyunca: "Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet! Böyle işte bu işler... Bir bakmışsın oluvermiş, bir bakmışsın ölüvermiş. Bir bakmışsın dost, bir bakmışsın post. Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet! Kişi evvela merhametli olacak. Merhameti olmayanın dini olmaz! Ya ne yapacaklardı? Aman dileyenleri öldürecekler miydi? Kılıç kalkan savaş meydanında, hakikat meydanında merhamet! Oldurma öldür! Öldürmeye sebep çok. Davan vardır öldür, dost için öldür, post için öldür, öldür ha öldür... Hele bir oldur! Dava için oldur! Dost için oldur! Post için oldur! Değil insana, yerde yürüyen karıncaya, gökte uçan kuşa merhametle bakmayan "olur" mu? Merhamet kaybolanda ejderhalar başını çıkartır. Boş kabı doldururlar! Sen merhametle doldurmazsan kibirle, hırsla, nefretle doldururlar! Kimi dostun hırsından, kimi postun hırsından!
  • Derviş için çeşmenin suyu acıda olmaz tatlı da. Çeşme'den akan su, Çeşme'den akan sudur. Su ya acı yada tatlı demek bizim edebimize aykırıdır. Su hakikatin Remzidir. Her ikisini de senin doldurman icap eder. Çeşmenin yanına bardağımı doldurmadan koyar isem Bin yılda o bardak orada dursa dolar mı? Sen Gönlünü Hakikat şelalesinin altına tutmaz isen dolar mı? Kimden akar bu Hakikat Şelalesi? Ara bul bir mürşidi kamil. Biz ne bilelim. Su varlığın madde alemindeki ilk ve en kesif tecellisidir. Suyun üzerinde ateş, Ateşin üzerinde hava vardır. Hava ve ateşin varlıkları belirgin değildir. Belirgin olan ilk mahluk, ilk varlık sudur. Bu sebepledir ki su hakikatin remzidir. Su değişik kaplara girse değişik yollara sapsa da değişik renklere boyansa da önemli değildir. Farz et ki Yunus Emre'nin meşin kırbasında farz et ki Bağdat saraylarında altın bir kasede suya kabıyla hüküm vermek Dervişin tevhid yolcusunun edebine aykırıdır. Bunlar esastandır. Haktan başka bir nesne olmadığına iman eden, suya inanır. Acı suya tatlı suya değil. İyi - kötü, acı - tatlı, güzel - çirkin diye hükümler vermek abestir. Bu hakkın birliğine aykırıdır. Derviş olan dile almaz. Der-viz farsçada Der: kapı, viz: gezen, tozan, dolaşan. Derviz den derviş. Haa o lugattaki manası. Hayattaki manası: Bir kamili mürşide biadını veren ve yola çıkan, seyrü sulüka başlayan kişi. Peki bu işin temeli nereye vara? Nereye dayana? Öyle ya nedir bu derviş derviş dedikleri? Hırka ile taç olmasa gerek. Öyle olsa idi pazara giderler idi. Dergahta satılan ne ola ki? Peygamber Efendimiz bir sözünde der ki: "Ben fakrımla övünürüm" Buradaki fakr ne ola ki? Bildiğimiz fakr: yok, yokluk, fakirlik. Der ki peygamber efendimiz: "Ben yokluğumla övünürüm." O halde nedir derviş? Cevap Peygamber Efendimiz'dendir. Derviş fakr ehlidir, Yokluk ehlidir. Fakr, yokluk insanın kendi nefsine Müstakil bir benlik izafe etmemesidir. Varlığın hakka ait olduğunu bilmesidir. Pirimiz Ahmet Yesevi hazretleri dervişlik için Hz. Ali'den naklen buyurmuştur ki: "Bir kimse gece kalkıp namaz kılmaz, Gündüz hizmet etmezde şeyhlik iddiasında bulunur ise işi batıl olur." Sonra ne buyurur Pirimiz Ahmet Yesevi, Hz. Ali'den naklen: "Ey Derviş! Bil ve uyanık ol ki evvela şeriat kelimesini, ikinci olarak tarikat kelimesini, üçüncü olarak Hakikat kelimesini, dördüncü olarak marifet kelimesini bilmek gerek. Eğer ki bir kimse Sufi ise ve bunları bilmez ise Sufi değildir." Biz değiliz. Hz. Ali'dir sözün sahibi. İşte Hz. Ali'nin ağzından dervişlik bu. Pirimiz Ahmet Yesevi hazretlerinin ağzından dervişlik bu..Birde işin usulü, erkânı vardır ki o olmadan yola çıkan menzile varmaz. Dört makam, kırk mertebe. Onlarda işin başkaca sırları.. Bu yol aşk yolu. Riya sahipleri bu yola gelemez. Benliği terk etmeden melamet ehli olup kınanmaktan korkmayan, peygamberin avlusunda yaşayan malsız mülksüz Ashabı suffe misali yalınca olur. Dünyadan yüz çevirmeden dervişe dönülmez.

Yunus Emre

değiştir
  • Herkese aynı nazarla bakmak, masuma zulümdür.
  • Adaletin terazisi delîl ile çalışır. Biz kanaatimizle değil, ilmimizle karar veririz. Süslü sözlerle, mantık oyunlarıyla hüküm verilseydi; mahkemelerde kadılar değil, şairler, felsefeciler hüküm verirdi.

Diyaloglar

değiştir

Taptuk Emre: İsmail Efendi; müsaade var ise bir iki hasbihal edelim deriz...

İsmail: Ben namazı bozan şeyleri bilirim. Abdesti bozanları da, eee orucu bozan şeyleri de...

Taptuk Emre: Bilirsin elbet, bilmez misin sen! Sana tutup bunları anlatıverir değiliz canım...Sen onları bizden daha eyi bilirsin...

Sürüsüne bereket şeyh efendiler,müftü efendiler anlatırlar ha anlatırlar... Var olalar!

Anlatırlar amma sanılmaya ki din budur!

İmdi öyle bir hale getirdiler ki bu işi, sanki bu din abdestin nice alınacağından, orucu, namazı neyin bozacağından başka bir şey değildir..

Oruç dediğin, abdest dediğin, namaz dediğin, iman var ise var azizim.

Hele sen şu imanı bozan şeylerden bahset bize de abdestimiz tuta!!

Anlat hele müftü efendi; orucu nelerin bozduğunu ezber çok da zor değil... Sen asıl imanı bozan haller neler ola? Onu anlat hele!

Kul hakkı yemek, emeği hiçe saymak, işi ehline vermemek,

Adam kayırmak, işine ve tartısına hile karıştırmak, hırsa kapılmak, zayıf bulunca zulmetmek, büyük görünce dalkavukluk etmek, topluluk içine fitne sokmak, bölüştürmek değil bölücülük yapmak, dostunu dahi kıskanmak, yalan söylemek, buğz beslemek..

Hep söyleriz bir kere daha söyleyelim...

Ne der ulu atamız, pirimiz Ahmed Yesevi;

Ağlaması göz boyar,

Her gün ayağı kayar;

Kendini adam sayar,

Ahir zaman şeyhleri.

Başına sarık sarar,

Kendine mürit arar,

İlmi yok neye yarar,

Ahir zaman şeyhleri.

Dünyaya kucak açar,

Zoru görünce kaçar,

Her yere küfür saçar,

Ahir zaman şeyhleri

İşte böyle şimdi bu işler. Bin bir türlü günahı salıveririz,aman ha abdesti bozan haller...

Onun nice alınacağı belli, çaresi ilacı belli. Namazı, orucu kaçıranın da ilacı belli.

De hele o vakit; imanı bozan nice nice günahın ilacı ne o vakit. Buna reçete ne ola? Nereden buluruz günahın reçetesini,

Hangi hekimdedir?

Size Beyazıd'ı Bestami'den bir hikaye anlatıvereyim de bitirelim sohbeti; hazret bir gün müritleriyle gezinti sırasında yolları bir veli yurduna gelir. Şimdilerde akıl hastanesi derler...

Ayak üstü hekimlerle sohbet ederken, bir hekim ruhi hastalıklar çareleri ve hangi hastalığa hangi ilacın iyi geleceği hakkında bilgi verir... Gönüller sultanı bu bilgilerden sonra hekime şöyle bir soru sorar: ''Hekim efendi''der. ''Siz bütün hastalıkların ilaçlarını saydınız'' ''Peki günah hastalığının ilacı ne ola ki?''

Kısa bir sessizlikten sonra orada bulunan deli velilerden biri hekim diliyle deyin ki, akıl hastalarından biri edep ile müsaade isteyerek söze girer.. ''Erenler müsaade eder ise bu ilacı ben söyleyeyim mi?''

Beyazıt-ı Bestami bu samimi teklif karşısında müsaade eder. Hekimler de can kulağı ile hastalarını dinlemektedirler..

''Günah hastalığının ilacı şudur ki; tövbe kökünü istiğfar yaprağıyla karıştırıp gönül havanına koyduktan sonra tevhid tokmağıyla döveceksin''

''İnsaf eleğinden eledikten sonra, gözyaşı ile hamur edip,aşk ateşinde pişireceksin''

''Muhabbet balından da birazcık karıştırıp sabah akşam kanaat kaşığı ile azar azar yiyeceksin''

Bu güzel ilacı öğrenen Beyazıt Hazretleri; '' Hey gidi dünya hey!

Demek seni de beni dahi buraya getirmişler'' Deyip oradan ayrılır.

İşte böyle canlar! Ha sanma ki bu bir mesel, reçete gerçektir.

Bu ilaç halen günah hastası olanlara tavsiye edilmeye, değer bir ilaçtır... Bu terkip hala devam etmektedir. Nasıl mı dersiniz?

Cenab-ı Hak tövbe edenlere rahmetiyle yüce mertebeler vadetmektedir. Bunlardan biri de günahların sevaba dönüşmesidir. Bu nasıl olur diye tereddüde gerek yok,ilahi müjde öyledir..Bunu tartışmak dahi aptal işidir. İlahi Rahmet bu kadar geniştir..Bize inanıp teslim olmak, ona güvenip Rahmete koşmak gerek! Yüce Allah kuluna gönlündeki iman ve niyete göre muamele eder. Allah diyen mahrum olmaz.

''Allah tövbe edenleri sever''Ayetiyle şüphesiz Allah günahla imtihan olup tövbe eden mümin kulunu sever hadisiyle, günaha bulanmış kulun kalbini çekmeye yeter de artar bile...

Kaynakça

değiştir
  1. https://www.webgundemi.com/tapduk-emre-sozleri-yunus-emre-askin-yolculugu-dizisi-sozleri/